Mürşît , insânı âhiret âleminde, " Veled-i Kalb " olarak doğurduktan sonra, onu " Sohbet " sütüyle besleyip büyüten annedir.
" Şecere-i Memnûa ", denen ağaç, sıfât âlemi dir. Burada, gizli bir " Sır " vardır ki bu da herkese söylenmez.
Mürşît, " Ümmül Kitâb "tır. Ümmül kitap, yâni "Fatiha ", bütün kapıları fethetmiş demektir ve mürşîte işârettir. Ümmül kitap tabiri de, kitapların anası anlamınadır. Kendi kapılarını fethedip, kendisi "Fâtiha" olmayan, başkasının kapılarını açabilir mi ? " Fâtiha ", kafadaki dir ve esâstır. Elhâm ise onun kâğıda geçirilmiş sûretidir.
Her kes, kendi kapısını kendi açacak, içindeki "Hazine"yi, kendi bulacaktır.
Allah'ın, " Bir Yüz "den tecellisine " Rabb ", tecelli ettiği sûrete de " Hakk " adı verilir.
Mürşît ile Mürîd arasındaki fark, "Bilinç " ve " İdrâk" farkıdır.
Bazı mürîd'ler, Efendileri irtihal edince, " ben başkasından el tutmam " derler. Böyle söyleyenler, baştan beri el tutmamış olanlardır. Çünkü, tutmuş olsalardı, tuttukları elin, Haak'ın eli olduğunu idrâk ederlerdi.
" Entel Hâdi entel Hakk, leysel Hâdi illâ Hû "nun anlamı : Burada " Entel " sensin ; " Hâdi ", hidâyet eden ; " leysel Hâdi ", sen sen olmadın ; " Hû" ise, insânın cânına cân katan "Cânân "dır. Cânân da ya letaif âleminde ve ya şehadet âlemide görülecektir ki, o da , "Mürşîd "dir. Bir Mürşît'te aranan vasıflar, her muhîte uyabilecek, bukalemun gibi bir uyum kabiliyetiyle, " Güzel " ve " Teshîr " edici konuşma yeteneğidir. Kelâm , sıfât olduğu hâlde, Yohanna'nın, Allah'ı " Kelâm " olarak nitelemesinin nedeni, "Kelâm"ın, içteki gerçeği dışta yansıtan en önemli araç olmasıdır.
Benim kıblem, Kâbe 'den " mescîd-ül Haram "a, yâni " Kalbime " yönelmiştir. Karşımdaki " Kudüs "tür, yâni Mukaddes olan "Efendi "dir. O'nu, " Mescidül Haram " olan " Kalb "de gördüğüm gibi, herkesi de Hakk olarak görürüm. Gördüğümün hayâlini değil, içindeki Hakkı sever, O'na taparım
Eğer, mürîd 'ler, sûret te kalacak olurlarsa , "Efendi " dedikleri" Put "tan ibâret olur. Bu durumda, kendileri de " Putperest " olurlar.
" Hacerül esved ", Kâinatın gözü mesabesindedir. O'na " Mânâ Gözü " denir.
Efendi , iç âlem ; Mürşîd 'ler ise dış âlemdir.
" Râbıta " ölüye değil, " Diri "ye yapılır.
" Mürşîdin yüzü " de önemlidir ama, onun değerini ancak, iç âleme nüfûz edenler anlar.
Kim ki " İnsân "ı sever, Allah da, kâinat da onu sever ve o herkesin sevgilisi olur.
Mürşîd'in görevi, insânın mânevi âleme doğumunu sağlamaktır ; ondan sonrası Allah'la kul arasındadır ve Mürşît oraya karışmaz.
" İnsân-ı Kâmil ", tevhîdi, tıp, ziraat, mühendislik vb. dahil, her meslekten anlatabilen kimsedir.
Mürşitler, kendi müridlerinin çilesini de onlarla birlikte çeker. Bunun nedeni, " Râbıta " dolayısıyla oluşmuş bağların kendilerine bağlananların her türlü zevk ve derd ini yansıtmasıdır. Kuvvet, ve kudret Hakk 'ın olduğu için, gelen her türlü yansıma , Hakka ulaşır.
" İnsân-ı Kâmil "in veya Mürşît'in, sembolü "Minare "dir. Her minarenin kapısı kıbleye bakar. İnsân o minarenin içindeki basamaklardan çıkıp, o kapıdan geçmedikçe, şerefe ye ulaşıp, etrafını göremez. Burada "Kıble ", " Efendi " yâni " Ali-kapısı "dır. O kapıdan geçmeyen, aydınlığa kavuşamaz. İnsân, ancak bundan sonra " Şüphesiz, bilirim bildiririm " diye "Ezân " okuyup, başkalarını namaza ve felâha (kurtuluşa) davet etmeye başlar.
Mürşîtin gönlü ne giren, düdüğü çalar. İşin kısaca, aslı ve püf noktası budur.
Mürîd'le Mürşît'in " Râbıta "ları birleşmiyorsa, o râbıtanın bir faydası olmaz. Râbıta'nın etkili olabilmesi ve füyûzâtı nakledebilmesi için, kişinin Râbıta'yı " Tek Nokta "ya odaklayabilmesi gerekir. Bu yapılmazsa, " füyûzâ t" dağılır ve ondan istifade edilemez.
Kâmil Mürşîtler , mürîdlerinin herbirini kokusundan tanır.
Mürşitten bir sohbetin tekrarı istense, onu aynen tekrarlaması mümkün olmaz. Çünkü, sohbetler akar su gibidir , akar ve geçerler. Aynı su ile, iki kere el yıkamak mümkün olmaz.
Mürşitler, anlattıklarından, kayda alınanlara da bir daha dönüp bakmaz.
Bir mürşîdin coşması için, ortamının müsait olması gerekir.
"Nazâr ", Allah'ın insân esmasındaki gözünün " Şua "sıdır (ışınıdır). İnsân gözünden de "Lazer ışınları" çıkar ve dozu fazla olduğu taktirde, karşısındakine zarar verebilir. Bu lazer etkisi, genelde " himmeti bol olanlar "ı etkiler. Çünkü, fazla "himmet " alanlar, gösterdikleri gelişmeyle, dikkatleri üzerlerine çekerler. Bahsettiğimiz ışıma , tabiatta da mevcûdtur.
Nazâr , biri göz le diğeri ise kalb 'le nazar olmak üzere iki türlüdür. Esas nazâr, kalbi nazârdır ve buna tasavvuf dilinde " Râbıta " denir.
Ali, " Ben güzel yüzlerde, gözlerimi yıkarım " buyurmaktadır.
Saygı , insânın içindedir ; hareketlerin kısıtlanması, saygı değildir.
"Kâinatta, Hakk'tan başka bir şey yoktur" demek, Kâinatta senden başkası yok, görünen sensin demektir.
Allah'ı bilen Mürşît, " Elif, Lâm, Mîm " olmuştur ve bu yüzden, O, " şüphesiz-kitap "tır
" Sohbet ", Allah'ın kelâmı, kevser pınarı, maide (hakk sofrası), mânevi şarâb, isimleriyle de anılan ve kazası olmayan en büyük namazdır.
" Sohbet " kevser şarâbı denen, mânevi şarâb'tır ; öyle olduğu için, biraz derinleştiğinde, insânı fena halde sarhoş eder ve tahammül edilmez olur. İşte cennet şarâbı ya da " Şarâben tahura " denen şarâb budur. Bu şarâb, kulak kadehi yle içilir.