• Tevhid Nasıl Anlatılır?  

Tefekkür; edinilen fikir ve bilgilerin bir noktada toplanması demektir. Bir noktada toplanmış olanı da dağıtmak gerekir. Dağıtılınca dal budak salacaktır ki, meyveler ortaya çıksın. Meyveler, gövdede değil, gövdeden uzakta, dallarda, hatta dalların da daha ziyade uç kısımlarında meydana gelir. Bu meyve tabiriyle kast edilenin insan olduğunu herhalde söylemeye gerek yoktur. Bunların hepsini bir noktada toplamak mümkündür ve o noktaya: “Kutbiyet noktası” denir. Aslında hepsi, butûnda o noktadadır. O nokta, öz olduğu için zuhurda görünmez. Tıpkı bir cevizde, mevcut olduğu halde, ceviz ağacının görünmeyişi gibi... Ceviz dikilir, ağaç olur ve yeniden ceviz verirse, her safhadan geçip, seyr-i sülûkünü tamamlamış olur. İnsan da aynen böyledir. İnsandaki, bu ağaç misali toplanıp, dağılmaya: “Haşir-neşir” diyoruz. Cümleyi bir noktada toplamak demek: bir ağacı her şeyiyle bir cevizde, ya da çekirdekte toplamak demektir ki, bu kural kâinata uygulandığında kâinatın insan-ı kâmilde toplanması, insan-ı kâmilin de bir hücrede toplanması demek olur.

Tasavvufta cevizin örnek alınması yapısından dolayıdır. Bir taraftan kabukları ve içi; şeriat, tarikat, hakikat ve marifeti anlatmaya, diğer taraftan da içinin karşı karşıya gelmiş iki beyin gibi bir yapıya sahip olması; mürşit ve mürit, yahut karı ve koca ilişkisine örnek gösterilmeye uygundur. Karşı karşıya duran bu iki beyin, sanki birbirine endüksiyon yapar gibidir.

Tevhidi anlatabilmek için çeşitli masallar söylenmiştir. Ehl-i şeriatın kıyamet konusundaki Deccal, Mehdi, Ak Minare, rüzgâr, yağmur hikâyeleri de hep böyle rumuzlu anlatımlardır. Keza, Hızır, Ab-ı hayat meseleleri de böyledir ve rumuzları çözülmeksizin, masal olarak anlatıldığında ortaya pek çok çelişki çıkar. Örneğin: Hızır ab-ı hayattan içtiği için ölmeyecek, ama kıyamet kopunca Allah'tan başka bir şey kalmayacak denmesindeki çelişki gibi... Eğer, Allah'tan başka bir şey kalmayacaksa; Hızır, Allah mıdır, yoksa ikinci bir Allah olarak mı kalacaktır?..

Anlatılan hikâyelerdeki rumuzlar çözülmezse, bir şey anlatmak isterken insanları evhama ve şüpheye sevk etmek mümkündür. Fakat, çözüldüğünde çelişki olmadığı görülür.

Ehl-i tarikin bir kısmı da işi hikâyelerle anlatmaya çalışmış ve böylece insanların kafalarına bir sürü hikâye ve masallar yerleştirmişlerdir. Halbuki, “Şu tarihte şu olmuş, bu tarihte bu gelmiş” deneceğine, “Dem bu demdir” denerek, insana her şeyin kendinde olduğu anlatılıp, kendinde toplaması söylense, sonuca çok daha kolay ulaşılır. Çünkü, masdarda her şey vardır. Ali'si, de, Muaviye'si de, Hasan'ı da, Hüseyin'i de, Peygamber'i de, Allah'ı da hepsi o masdardadır. İnsan bunları topladıktan sonra, oradan sıfât-ı asliyelerle, sıfât-ı selbiyeleri ayırıp, kendine lazım olanlarını seçebilir ve benimseyebilir. Geri kalanların da kemalâtı bildirmek için gerekli olduğunu anlayıp, “Neden niçin” diye sormaz hale gelir ve atmaya kalkmaktan vazgeçer. Böylece, tevhitte, ona dahil olmayan bir şey olmadığı gibi, atılacak bir şey de olmadığını anlamış olur. Samedaniyet-i ilahi; her şeyin tevhide dahil olduğunu, “Kaçacak yar yok mu” <75-10> âyeti de; atılacak bir şey olmadığını anlatmaktadır. Yani, şeytan dahil her şey tevhidin içindedir ve kendinden kendine cereyan etmektedir. İşte tevhitten amaç da bu, yani çirkinleri güzelleştirebilmektir. Bunun için de güzeliyle, çirkiniyle her şeyi sahibine vermek, yani mahviyet âlemine girmek gerekir. Ondan sonra kişi tam anlamıyla kul olarak, kabahatten kurtulup, İşte mukarrep olanlar onlardır” <56-11> grubuna dahil olur.

“Bu zevke eren canlar
Senden sana amanlar”

denerek anlatılmak istenen budur.

İlahi âlemde ene, ente ve hüve vardır, ama halk bunu bilmediği için gerek şiir, gerekse nesirde hüve hitabını kullanmak gerekir. Çünkü, ene kullanılırsa, insanın, her an Mansur'un durumuna düşmesi mukadderdir. Ente kullanıldığında ise, insana tapılmakta olduğu zannı uyandırılmış olur. Onun için hüveyi kullanmak lazımdır. Hazret-i şah-ı velâyet'in bazı sır noktaları açıklamayışının sebebi budur. Bu hususta, halk arasında; “Dayanamayıp, kuyuya söylemiş, ama oradan bir kamış çıkmış, o kamış sırrı açıklamış” diye bir masal bile anlatılmaktadır. Bunun esası: “Söylersen sırrı dostuna, dostunun dostu vardır, o da söyler dostuna” cümlesiyle özetlenmiştir. Bu sebeple bazı şeyleri ifşa etmemek gerekir.

İslamiyette fariğ olmak esastır. Dünyadan fariğ olmak: “Benim” diye nitelendirilen dünyadan vazgeçip, onu esas sahibi olan Allah'a teslim etmek demektir. Dünya, Allah'ındır ve O'nun hüvezzahiridir. Allah'ın hüvezzahir'i görünür âlem, hüvelbâtını ise görünmeyen âlem, yani ahiret âlemidir. Hüvelevvel ve hüvelahiriyse, esas alınan yere göre değişir. Zahir esas alınırsa; zahir evvel, bâtın, yani ahiret, ahir olur. Ahiret esas alınırsa da tersi olur. Nasıl düşünülürse düşünülsün evveli, ahiri, zahiri ve bâtını, tümüyle birdir. Bu birliğin örneğini de insan kendinde bulabilir. İnsanın zahiri bedeni, bâtını ise ruhudur. Ruh, Allah'ın nefhası olduğu için insanın yaşamı: “Limaallah”, yani Allah'la beraberdir. Bunun böyle olduğunu Allah: “Biz ona şah damarından daha yakınız<50-16> diyerek bildirmektedir.

Biz, tevhitte manevi esaslar üzerinde dururuz. Allah'ın hüvezzahir esması da vardır ve bu Fân ismiyle anılmaktadır. Her şey fenâ bulacaktır<55-26> âyetiyle kastedilen bu dünyadır. Böyle deyişinin nedeni de Ben batan şeyleri sevmem” <6-76> ifadesinde gizlidir.

Burada tevhidi ve mertebeleri, ahadiyete varıncaya kadar, sözle anlatıyoruz. Ama, bu anlatılanları yaşamadan idrak etmek mümkün değildir. Bunu sözle anlamaya çalışmak: “Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed Alah'ın resûlüdür” diyenin Müslüman olmasına benzer. Böylelerine ancak: “Dil Müslümanı” denebilir. Gerçek anlamda Müslüman olup, selamete çıkmaksa; (ki bizim eğitimimizin amacı budur) kelime-i tevhidi yaşamakla mümkündür.

Benim tevhit anlayışım: Allah'ın her yarattığını (ki, buna şeytan da dahildir) sevmeyi gerektirir. Lakin, sevdiklerimden bazılarının (örneğin şeytanın) yanına pek yanaşmam. Aksine davranış, tıpkı sıcağı seven bir kimsenin sobayı kucaklamasına benzer. Her şey sevilmelidir, ama yerli yerince... Böyle yapınca senden bahtiyar kimse olmaz.

Onun için, ben tevhidi hayal olarak değil, her şeyi kendinizde toplayarak, gerçeğiyle size öğretmeye çalışıyorum. Bu yaptığımın tasavvufi karşılığı: “Tafsili icmalde göstermek” tir.

Tafsil âlemi, yani ilah ve ilahe (erkek ve dişi tanrılar) tamamen hayaldir. Kelime-i tevhitteki enfüsîdir. O halde, enfüs ile ilahe olan âfak kalkacak, geriye İllâ Allah kalacaktır.

Allah, aklımız gibi gayb âlemine aittir ve aynasız görülmez. Tıpkı ayna olmazsa insanın kendini görememesi gibi...

İnsanın: “Varım” demesi, içindeki o gerçek Var'ın ona varlık katmasından dolayıdır. Gerçekte var olan biz değiliz, bizdeki var olan O'dur. O, herkeste birer parçası bulunan, paramparça olmuş bir varlık değil, tek ve bütün bir varlıktır. Bizde var olan, o Var'dan kaynaklanan bir ışın hüzmesinden başka bir şey değildir. Bu hüzme, tıpkı güneşin eve girmesi gibi, bizim istidat penceremizin açıklığı ve büyüklüğü oranında azalıp, çoğalarak kendi varlığını bizde ilim olarak gösterir. O'nu böyle bilenler için: “Allah'ı yakında arayın” denmiştir. O'nu, uzakta arayanların bulması mümkün değildir.

Kişi, 'yı tam anlamıyla gerçekleştirebilirse, İllâ mutlak surette onda tecelli eder ve bilmediklerini bildirir, duymadıklarını duyurur ve onu güzelliklere gark eder. Çünkü, O, hüsn-ü mutlaktır.

Allah, sadece bir yerde, Hazret-i Peygamber'de hüsn-ü mukayyet olmuştur. Peygamberimizin: “Beni gören Hakkı görür” deyişi bunu ifade eder. Kendisinin: “Kıvırcık saçlı genç bir erkek” deyişi Rahim esmasını kayıtlamıştır. Rahim'de kayıtlanmak demek: Mufassal, mücmel oldu, yani tafsil âlemi icmalde toplandı demektir ki, bu da tüm güzelliklerin ve irfaniyetin Hazret-i Peygamber'de toplanması anlamındadır. Böyle olduğu için Rahimiyet kayıtlıdır ve kim Peygamber'e inanıp, O'ndan gayrıyı gözünden silerse, ilm-i Ledün'e içten o kavuşur. Çünkü, Peygamber'e itaat Allah'a itaattir. Bunu gerçekleştirebilenler, gayb âleminde Allah'a, şühud âleminde de Hazret-i Peygamber'e bağlanmış olurlar. Nadiren üveysiler olsa bile, Allah'ın bu konuda koyduğu erkân; el tutup, sohbet dinleyerek, ashab halinde gelişmek şeklindedir. Bu da nasip meselesidir. Ebû Cehil de Hazret-i Peygamber'in yanına gidip, gelirdi, ama sonuçta Ömer ibn-ül Hikem (Hikmet babası Ömer) iken Ebu Cehil oldu.

Tevhidi, müzikteki notaları misal göstererek anlatmak ta mümkündür. Şöyle ki: Müzikteki her notanın değeri bir birliktir. Bu birlik nota ikiye ayrıldığında, yani aynı süre içinde iki kere çalındığında, iki tane ikilik nota meydana gelmiş olur. Bu iki tane ikiliğin toplam süresi yine bir birliğinkine eşittir. Birlik notanın süresi elin dört kere kaldırılıp, indirilmesinde, yani dörtte, ikilik notasın süresi ise ikide biter. Bu ikiliklerin tekrar ikiye bölünmesiyle dörtlük notalar oluşur ve bunların dördünün süresi yine bir birliğinkine eşittir. Dörtlüklerin ikiye bölünmesiyle sekizlik, sekizliklerin ikiye bölünmesiyle on altılık, on altılıkların ikiye bölünmesiyle otuz ikilik notalar meydana gelir. Bunların ikiye bölünmesiyle de altmış dörtlük notalar meydana gelir.

Tevhit, bu birlik nota gibidir. Diğerlerinin tümü o birlikten çıkmıştır. Bu bir, adetten sayılmaz, çünkü her yerde vardır. O birin çoğalıp, sonsuza kadar uzanmasına rakam denir. Esas olan rakamları değil, o biri bilebilmektir. O Bir, her şeyi istediği gibi yapar.

Tevhitte her şey yerli yerince olur. Tıpkı birlik notayı oluşturacak diğer notaların kiminin dörtlük, kiminin on altılık, kiminin otuz ikilik oluşu gibi, her şeyin bir değeri, bir zamanı vardır. Örneğin: Bir soğan, zamanı gelince, dikilse de, dikilmese de cücüklenir. Hiç bir insanda zamanı gelmeden şehvet duyguları uyanmaz. Her insanın kendine has bir yapısı vardır. Kimi yaratılıştan hareketli, kimi ataletlidir. Birisi Kâbe'yi on dakikada tavaf edip, devrini bitirirken, bir başkası uzaktan dolaşıp, aynı tavafı saatler sonra tamamlar. Sonuçta ikisi de tavaf etmiştir, ama tavaf süreleri farklı olmuştur. Bu süreyi uzatıp, kısaltmak insanın elinde değildir. Nasıl, geceyi bir saate indirmek bizim elimizde değilse, bu da öyledir. Sekiz yaşında bir çocuk evlendirilir mi? Tabii evlendirilmez... Kimi çocuk on iki yaşında buluğa ererken, kimisi on sekiz yaşında erer. Kendine gelmeyen bir çocuğa şehvetin ne olduğunu anlatmak nasıl mümkün değilse, zamanı gelmeyen bir saliğin de vuslatı idrak etmesi mümkün değildir. Zamanı geldiğindeyse, zaten anlatmaya gerek kalmayacak, o kimse tadacağı zevki tatmış olacaktır.

Bir ağaç, meyve vereceğini çiçek açarak haber verir. Pek iyi, insan olarak bizim çiçeğimiz nedir? Bizim çiçeğimiz aşk-ı ilahidir. Kendini kendinde bulmak bundan sonra gelir ve kendi enfüsündeki tahayyülatın âfaka yansımasıyla belli olur. İşte, erenlerdeki keyfiyet budur. Yoksa, insan denen bu yaratık bir hiçten ibarettir. Koca kâinatta bir insanın görülmesi mümkün olabilir mi? Koskoca adalar bile haritada nokta kadar görünürken, insanların teker teker görünmesi beklenebilir mi? Hayır, lakin bunu bildiğimiz halde, biz kendimize varlık vehmediyoruz. Haritada adacıklar değil, denizler görülebildiğine göre, biz de o denizlere dahil olursak, deniz olarak görünür hale gelebiliriz.

Her insan, denizden alınmış bir bardak su gibidir. Denizin terkibinde ne varsa, bardaktaki suda da aynısı vardır, ama o bir bardak su deniz değildir. Yere dökülüverse uçup, kaybolur. O halde yapılması gereken şey; o suyu veya düşünceyi aslına, yani denize geri vermektir. Bundan sonra deniz bildiğini yapacaktır.

Bu anlatılanlar gerçekleşirken insanda bir yansıma olur ki, bunun zıttı kâinattır. İşte, “Ermek” denen şey budur. Peygamber'e peygamber dedirten: Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik<21-107> bahsidir. Eğer “Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” hükmü olmasaydı, Peygamber'in, Abdullah'ın Amine'den doğan çocuğu olmaktan öte bir özelliği olur muydu?

İşte, benim: “Bir işaret rahmetinden beklerim” derken kast ettiğim budur. Yoklukla, varlığı bir tutmak da budur. Bu nasıl olur? O, “İşiten, gören” olduğu <17-1> ve “Sizden duyar, sizden söyler, sizden görürüm” dediği için olur. Keza: “Gaybı ve görünürdekini bilir” <59-22> ipin bir ucu bizde bir ucu O'nda, yani bir ucu görünürde, bir ucu gaybta demektir. Aslında ipin kendisi de O'dur. İp koparsa su kuyunun içinde kalır, çıkarılamaz. İnsan, fırsat varken ipe sarılmalı ve çıkarabileceği kadar suyu çıkarıp, almalıdır. Gün gelip, ben gittiğimde, bu ip kopmuş olacaktır. Bu kopukluğu engellemenin yolu; ipi içeri alıp, kuyudan su çıkarır hale gelmektir.

“İkide bir bilindi
Birde iki silindi

diye özetlenen gerçeği kavrayanlar için problem bitmiş, tevhidin esası anlaşılmış demektir. Burada: “İki” dediğimiz falakateyndir. Ortadan bir çıkınca, bu iki silinip, gidecektir.

Satranç, tevhidi en güzel anlatan oyundur. Bunda, vezir akl-ı küllün temsilcisidir. Şah; Peygamber veya mürşittir. Akl-ı küll, bunun etrafında tavaf edip durur. Kale; Koruyucu zırh veya melekler, Fil; anasır-ı erbaa, Piyonlarsa; insanlardır. Oyun, bunlar arasındaki ilişkilere işarettir. Piyonun şah dışında her şey olabilmesi, bilinçli hareket etmesine bağlıdır. Zaten, her insan, bu âlemde kendine verilen at, fil, piyon vs. rolünü oynamakta değil midir?..

Allah, biri ikilikte bildirdiği için plan böyle yapılmıştır. İki kişi karşı karşıya gelmezse nasıl sohbet edilir ve sevgi nasıl meydana çıkabilir? Hüvelbâtın gönülde, Allah'la kul arasında cereyan eden keyfiyettir. Ama, hüvezzahire çıkıldığında, mutlaka ikilik şarttır.