• Tevhid Nedir?  
Tevhit; gerçek anlamıyla; kelime-i tevhidi, yani “Lâ ilâhe illallah muhammeden resûlullah” lafzını yaşayarak: O her şeyi ihatası altına almıştır” <41-54>, yani “Allah'tan başka bir şey yoktur” demektir.

Ehl-i şeriat nazarında tevhit: “Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın resûlüdür” demekle eş anlamlıdır. Bu konudaki telkinler de şeriat düzeninde yapılır ve kelime-i tevhidi tekrarlayanlara: “Sen Müslümansın” denir. Bu sözü tekrarlayan kimse hiç bir şeyden haberdar olmadığı için, tevhit ona erkân üzere namaz kıldırılarak anlatılmaya çalışılır. Peygamberimizin miracı da anlatılınca, eğitimi tamamlanmış sayılır. Ama, sonuçta, kimse bundan istifade edememiş olur.

Gerçek anlamda: “Lâ ilâhe illallah muhammeden resûlullah” demekse; ölüp, yeniden dirilmektir. İnsanın ölüp, dirilmesinde iki devran olduğunu biliyoruz. Bunlardan biri; vücudun toprak olup, toprakta neşrolduktan ve onun ihtiyaçlarını giderdikten sonra, tekrar haşr olarak insan haline gelmesidir ki, buna uzun devran diyoruz. Bu devran bizim büyük kan dolaşımımıza benzer ve kan, beden kâinatımızın tüm ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra yine kalbe, çıkış noktasına döner.

Kelime-i tevhit ise; küçük dolaşımımızdaki gibi, temizlenme amacı güder ve kısa devrandaki ölüp, dirilmeyi anlatır. Yani, kendini bedenden ibaret sanıp, koca bir kâinat olduğunun bilincinde olmayan insanın, bu bilince ulaşarak, ölüyken tekrar diri hale gelmesini temin eder. İnsan, bu mertebeye ulaşınca, böyle olduğunu da idrak edecektir.

Onun için kuru kuruya kelime-i tevhidi tekrarlamak insanı kurtarmaz. Bunun, içinde yaşamak gerekir. Kelime-i tevhitteki ne demektir? İllâ nedir? Bunları bildirmek için Muhammeden resûlullah'a varmak ne demektir? Bu soruların cevabını bilmeden sözü tekrarlayıp durmak, günlerce “Ekmek ekmek” demekle karnın doymasını beklemeye benzer. İnsan ne zaman çalışır, çabalar, ekmek bulur ve yerse, karnı o zaman doyar. Bu çalışıp, çabalama da; ya bizzat ekmek yapmak veya hazır ekmeği satın alacak parayı kazanmak demektir.

Tevhidin esası; mertebeleri bilip, her mertebenin hakkını vermektir. Bu nedenle tasavvufta deliliğe yer yoktur. Çünkü, mertebeler bilinirse delilik diye bir şeyin ortaya çıkması mümkün değildir.

Şimdi size: “Şu ağacı getirin” desem, hangi ağacı istiyor diye düşünürsünüz. Ama, “Şu masayı getirin” desem, hemen getirirsiniz. Masa da ağaçtan yapılmıştır ve aslı ağaçtır, ama mertebesi ve mertebesiyle birlikte ismi de değişmiş, ağaçken masa olmuştur.

Aynı şekilde, kâinatta da Allah'tan gayrı bir şey yoktur, ama görülen bir şeye Allah denemez. Görülenin mertebesi değişmiş olduğu için, ona verilen isim de değişmiştir. Bu nedenle “Allah” değil, ancak: “Allah'tandır” denebilir. Tıpkı masa için: “Ağaçtandır” denebileceği gibi...

Tevhit: Toplamak, uzaktakini yakına getirmek demektir. Burada toplamak tabiriyle kastedilen şey: Bir çok Allah var da onları bire indirmek değildir. Uzaktakini yakına getirmek tabiriyle kastedilen de kâinatı kendinde toplamaktır. Bunu yapabilmek için de duygu şarttır. Kur'an: Rabbine ibadet et, ta ki, yakîne ulaşıncaya kadar <15-99> demektedir. İnsanın kendinden daha yakını olur mu?

Kelime-i tevhidin esas önemli olan tarafı: “Muhammed Allah'ın resûlüdür” kısmıdır. Allah'ı bilen çoktur. O'nu tenzihte herkes bilir, ama bildiren Allah'ın resûlü olan Muhammed'tir. Allah'ın resûlü olan Muhammed'e varanlar, O'nun kendilerinde olduğunu öğrenir ve öğretirler.

Sadece Allah'ı bilip, Muhammed Allah'ın resûlüdür”e erişememiş olanlar ise, Allah: “Biz ona şah damarından daha yakınız<50-16> dediği halde, keyfiyeti kavrayamayıp, O'nu yine uzakta aramaya devam ederler. İnsanın O'nu kendinde bulabilmesi için mutlaka bir mürşit gerekir. Mürşidin şahdanesi de Hazret-i Peygamber ve Hazret-i Ali'dir. “Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır” Hadisi bunu anlatmaktadır. İlmin şehrine girmek isteyen mutlaka kapısından geçmek zorundadır.

Verilen tüm örnekler, tevhidin çok incelikleri olduğunu göstermektedir. O halde sadece kelime-i tevhidi tekrarlamakla: “Ben tevhide ulaştım” veya “Ehl-i tevhit oldum” demek mümkün değildir.

Kelime-i tevhidin esası; nefy ü ispat, yani ve İllâ, yahut menfi ve müspettir... İnsan bu ikisinin arasındadır. Allah, herkesin kalbinde vardır. 'da hiç bir şey yoktur, Bu sebeple, olan beden bırakılıp, gidilecektir. Önemli olan gidişin ne yüzle gerçekleşeceğidir. Beynetteşbih vettenzih demek: ile İllâ arası demektir.

Negatiflik, yokluk âlemidir ve ayna olmak demektir. Çinlilerle Türklerin dekorasyon yapma hikâyesinde Türklerin duvarı ayna gibi parlatmaları yokluğu, yani hiçliği ifade eder. Hep ile hiç arasındaki perde insanın bedenidir. Bu perde açılıp, yokluk gerçekleşince, Hep'te ne varsa, aynen aynaya yansıyıverir ki, bu da dünyanın ahirete dönüşmesi demektir.

Ehl-i şeriat ruhen miraç merdiveninin ilk basamağında olduğu için, hakikati anlamakta zorlanırlar. Onlar: Daima namazda olanlar” <70-23> âyetini günlük beş vakit namazı devamlı kılanlar olarak anlar ve günde beş kere namaz kılıp, selam verdiler mi, hemen dünya âlemine dönüp: “Alamadım, veremedim” diye çekişmeye başlarlar. Buna karşılık ehl-i tevhit, namazdan, yani Allah düşüncesinden bir an bile ayrılmaz.

Şeriat ehlinin ehl-i tevhidi anlayabilmesi için hiç olmazsa merdivenin yarısına, yani cem mertebesine kadar çıkması gerekir.

Tevhit, bir ilim, yahut bir nevi kuşdilidir. Onun için bu ilmi bilen, diğer ilimleri de bilir. Allah, ehl-i tevhide, her ilimden kendine lazım olacak kadarını verir. Bu veriş kulunun istidadı kadardır. İnsanın istidat çapı ne kadar küçük veya büyük olursa olsun, daire her zaman üç yüz altmış derecelik bir açıya sahip olduğu için, her türlü istidatta, kişi kendisi için gerekli bilgilere sahip olacaktır.

Allah, her mertebede hazır ve nazır olduğu için, bilenler, O'nu her mertebede bulabilirler.

Bizim ilmimiz, yani tevhit ilmi, tevil ilmidir. Tevil: Sondan, evveli görmek demektir.

Tevhit ilmi İslamiyeti, şeriatı ve hakikatiyle bir bütün olarak ele almıştır. Nasıl, beden dendiğinde, dışı ve içiyle birlikte anılırsa, tevhit nazarında da İslamiyet böyledir. Şeriat ilmi bu bütünün sadece dış kısmını, hüvezzahirini, yani görünür kabuğunu ele almıştır. Bu kabuğun içinde bir de öz vardır, ama onu tam olarak görüp, bilemediği için kendi aklınca tanımlamaya giderek, hayali bir öz meydana getirir. Allah: Allah her şeyi muhittir<4-126> olup, “Ben kulunun hakkımdaki zannı gibiyim dediği için, ehl-i şeriatın kendi aklınca yaptığı öz tarifi, onlara doğru gibi görünmektedir. Bu durum Mesnevi'de, körlerin fili tarif ediş hikâyesiyle anlatılmıştır. Kimi bacağını tutup: “Direk gibi”, kimi hortumunu tutup: “Boru gibi”, kimi de kulağını tutup: “Yelpaze gibi” diye tanımlar. Fil bu tanımların hiç birine uymadığı halde, bu tanımlamaları yapanların her biri kendi hissedişlerine göre doğru söylemiş olurlar. Çünkü, algılayabildikleri fil odur. Filin tamamını görebilmeleri için nasıl gözlerinin görmesi gerekiyor ise, insanın tevhidi kavrayıp, idrak edebilmesi için de “Basiret” adı verilen tevhit gözünün açılması gerekir ki, bu da ancak Allah'ın inayetiyle mümkündür. İnsanlar, ancak bundan sonra ilahi âlemi toplam olarak bir noktada müşahede ederler. O noktaya: “Nokta-yı kübra” dendiğini biliyoruz.

Zuhur âleminde görülen her şey birer noktadan ibarettir, Bu nokta-yı sugralar, o esas olan nokta-yı kübranın yansımasından ibarettir. Yani, vücut olan o nokta-yı kübra birdir. O nokta, İnsan-ı Kâmil noktasıdır, kâinatın özetidir ve Hazret-i Muhammed'tir. Diğerleri, O'nun gölgesi, vücud-u zıllîsi, aza ve kuvası, yahut ümmetidir. Tüm esmaları, hüvezzahiri ve hüvelbâtını ile cami olan Hazret-i Peygamber'dir. Zahir uleması, zuhur âleminde ve suret âleminde bir nizam ve intizam içinde kalması gereken bu öze (ki, ona Ledün denir) muhafızdır. Yani dış kabuk görevi yaptıkları için, onların görev alanına giren şeriatın da bir kabuk gibi sert ve katı kuralları vardır. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” sözü bunun ifadesidir. Bu nedenle de şeriatın tenziri (korkutması) çoktur. Hazret-i Peygamber'in tebşir ve tenzir üzere geldiği Kur'an'da yazılıdır ve bu, O'nun hem içi, hem dışı camî olduğunu (Kapsadığını) gösterir.

Tenzirden korkanlar, ilahi âlemden nasibi olanlardır. İlahi âlemden nasibi olmayanlarda Allah korkusu yoktur. Bu noktada korku da ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan biri: Muhafetullah korkusu, diğeri de cehaletten kaynaklanan korkudur.

Cehaletten kaynaklanan korku; insanın, karanlıkta yürürken: “Acaba önümde bir şey mi var” diye düşünüp, ürkmesi veya korkmasına benzer. Çocuklar bile karanlıkta kalmak istemez, karanlıktan korkarlar. Karanlıkta ferahlık olmadığı için hepimiz karanlıktan sıkılırız.

Diğer korku, yani muhafetullah ise: bilenlerin korkusudur. Onlar edep dairesine girdikleri için: Tabaka tabaka terkip edilmişlerdir” <84-19> âyeti gereğince sınıf sınıf, el elden üstündür tâ arşa kadar prensibine göre kademelendirilmişlerdir. Huzur-u İlâhi'de bulundukları için korkmaktadırlar. Bunu, bir dükkân sahibinin, müşterisine göre davranmasına benzetebiliriz. Şöyle ki; Dükkâna gelen sıradan bir müşteriye normal davranış gösterirken, aynı dükkâna bir vali geldiğinde dükkân sahibi nasıl kendine çeki düzen verme ihtiyacını duyarsa, bu da öyledir. Sıradan müşteriyle senli benli konuşabilir. Ama gelen vali ise, sözlerine ve hareketlerine dikkat etmek zorundadır. İşte, namaza durulduğunda yeni ve temiz elbiseler giyilmesinin, camiye giderken güzel kokular sürünülmesinin ve önünü ilikleyip, pürihtiram huzurda durulmasının nedeni budur. Nitekim, Cumhurbaşkanının karşısında nasıl el pençe divan durulduğunu görüyoruz. Hepsi insan olduğu halde, aradaki makam farkı diğer kişileri etkileyip, o en yüksek makamdaki insana saygılı olmaya zorlamaktadır. O Cumhurbaşkanı da kendi milletinin refah ve huzurunda saadet bulacaktır. Bu durum Allah için de geçerlidir. O da kendi meclisinde bulunanların (Peygamberlerin ruhları dahil) kendine ait keyfiyetleri güzel zevk edip, sohbet etmeleriyle iftihar eder. Tabiatıyla O'nun huzurunda olanlarda da haşyetullah olacak ve bunun derecesi de sohbetlerin derinliğiyle orantılı olarak artacaktır. Alt mertebelerden konuşulurken senli benli olunurken, ilahi konulara girilip, derinleşilince bir sükûnet, bir huşû, bir huzur peyda olacaktır. O âlem birliğe işaret olduğundan dolayı böyle olur. “Kırkların birinden kan akınca diğerlerinden de akmaya başlarmış” denmesindeki hikmet, hepsinin O birlikte yek vücut olmalarıdır.

“Tevhid-i muhabbetle bini hep bir olunca
Bir özge sefa sürmededir cümle erenler

beyitiyle anlatmak istediğim de budur.

Ayn kelimesi, göz ve ayna anlamlarına geldiği gibi, aynı kaynaktan menşe alan manasına da gelir. Bunun kesreti, bir aynanın parçalanmış haline benzer. Siz benimle aynı kaynaktan gelmiş olmasaydınız, birlikte olabilir miydik?

Ben size baktığımda dışınızı ayrı, içinizi ayrı görmediğim gibi, Allah'ı gördüğümde de zatını ayrı, sıfatını ayrı görmem. O'nu hangi âlemde olursa, o âlemde görürüm. Çünkü, sıfat zatsız, zat sıfatsız olmaz. Ehl-i şeriat burayı tam olarak anlayamadığı için: “İlhak-ı Hakk”tır” deyip, sıfatla zatı birbirinden ayırır ve Allah'ın, kulundaki görüntüsünü inkâr eder. Sonuçta, bir taraftan “Allah'tan başka mevcut yoktur” derken, diğer taraftan “İlhak” deyip, çelişkiye düşmüş, ve Lâmekân dediği Allah'ı götürüp, gökyüzünde bir yere oturtuvermiş olur.

Tevhidin en kestirme öğretisi tasavvufta yapılmış ve salik nazarında O'nun, mürşidi olduğu kabul edilmiştir. Böyle olunca da, Efendi ile mürit birbirine ayna olmuştur. Efendi müridinin kötülüğünü istemeyeceğine göre, bu öğretiyle her şeyin bir noktada toplanması mümkün olmuştur ki, bu nokta Allah veya Rahman noktasıdır. İşte:

“Cümleyi bir noktada görmek dilersen şüphesiz
Kâmile hoşça nazar kıl gördüğün Rahman olur

beyti ile anlatmak istediğim husus budur. Burada, Allah denince tüm varlık bahis konusu olduğu halde, Rahman deyince ortaya bir de Rahim çıkmaktadır. Bu durum aynen Allah'ın karşısında kul oluşu gibidir. Lakin, Allah Allah'tır, kul da kul... Biri diğeri olamaz, çünkü Allah mertebesinde, kendinden başka bir şey olmadığı için kulluk yok olmuştur. Burada Allah ve kuluyla tahmil olan mürşittir.

Peygamberimiz buraya işaretle: “Beni gören O'nu gördü” buyurmuşlardır. Peygamberimiz de, Allah gibi eşi olmayan bir kâmildir. Onun ilmi Allah'ın ilmidir ve O'nun ilim sıfatı olarak bugüne kadar gelmiş, ilelebet de gelmeye devam edecektir. Bu ilim, el'an kemakân olduğuna göre, her sohbet bir ilham-ı İlahidir. Her insan hurufattan bir harftir ve Kur'an-ı azimüşşan da daima nazil olmaktadır. Bu ilmin başının başı, sonunun da sonu olmadığı için: “Buraya ulûlebsar olanlar girer” denir. Bu durum tasavvufta: “Mevcutta vücut ayn-ı vücuttur” denerek anlatılmıştır. Bu ifadedeki ayndan gaye cism-i tabii değildir. Burada fikr-i azim vardır. Çünkü, Hakk ile eşya ayn-ı vahide olmak gerekir. “Aç oldum doyurmadın”, “Taşı atan sen değilsin”, “Hasta oldum ziyaretime gelmedin” gibi ifadeleri duyanlar: “Kişiye Allah deriz” diye korkarlar.

Burada problem, mertebe farklılıkları ve bunların bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Her insan kendi mertebesini bilir. Hiç bir şey olmayan bir kişi nasıl olup ta: “Ben Allah'ım” diyebilir? Lakin, insanın mertebesi yükseldikçe kendinde Allah'ın tecellileri başlar. Allah, her şeyde tecellisini gösterdiği halde, bu tecellinin en yoğun olduğu varlık insandır. Tecelli anında insanın kendine ait hiçbir şeyi kalmamıştır. Bu arada insan mesttir, tüm ters ve kötü düşünceleri, sıkıntıları kaybolmuş, bunların yerini zevk ve neşe almıştır. Bu ani değişimi yapan kimdir? Başından böyle bir şey geçmiş olan kişi, “Bunu ben yaptım” diyebilir mi? O halde, ortada bir sahip vardır. Ancak, bu sahip, et ve kemikten ibaret bir ben varken değil, o ben ortadan kalktıktan, hissedilmez, farkına varılmaz olduktan sonra kendini gösterir. Bu sebeple herkesin mertebesine göre haddini bilmesi ve o mertebeden ümidini kesmemesi gerekir.

“Allah'ı Allah görür” demek, “Kendini kendi görür”, ya da “Lâ aynasında İllâ görünür” demektir. Lâ aynasıysa Hazret-i Peygamber'dir. İşte kelime-i tevhidin gerçeği de, Müslümanlığın aslı da budur.

Tevhit mana alemindeki eşitlik ve birlik demektir. Manadaki eşitliği maddede yapmak mümkün değildir. Böyle olduğu da ispatlanmıştır. Rusya'daki kominist rejim tüm çabalara rağmen bir asır bile devam ettirememiş ve sonunda parçalanmıştır. Bunun sebebi, maddede nifak ve farklılıklar olması, yani maddede tevhit değil, tefrikanın hakim olmasıdır. Tevhit manada olur ve bu birliği ancak mana ehli maddede gerçekleştirebilir. Bu durumda, dışardan bakanlar tevhidin maddede gerçekleştiğini zannetseler bile, aslında ehl-i tevhit manada yaşamaktadır ve gerçekleştirdiği tevhit de, ahireti dünyada yaşamasından dolayı mümkün olmaktadır. Bunu daha değişik bir tabirle: “Cenneti dünyada yaşamak” diye anlatmak da mümkündür. Zira, bunu gerçekleştirenler, zat mertebesinde dünyayı terk edip, ahirette yaşamaya başlamışlardır. Böyle kimselere: “Hazret” diye hitap edilmesinin sebebi de bu, yani Allah'la birlikte yaşamaya başlamış oluşlarıdır. Bunlar, cem mertebesinde ahadiyeti kendilerinde bulmuşlardır.

Tevhit açısından dünya ve ahiret bizim iki taraflı aynamızdır. İnsan, aslında ne dünyalık, ne de ahiretliktir. Deniz feneri gibi, dönerek her iki tarafa ışık veren bir fenerdir. Bu sebeple, buradaki insan yaşamı bir berzah yaşamıdır ki, buna “Berzah-ı kübra” dendiğini anlatmıştık.

Tevhit, kafanın içindekini dışarı dökmektir. Dış, içe ayna olur. İnsanın bir kişiyi karşısında görüp, sevmesiyle, kafasının içinde görüp, sevmesi arasında ne fark vardır? Sevilen her iki halde de aynı kişi olduktan sonra, ha dışarda görülüp sevilmiş, ha kafanın içinde görülüp sevilmiş, ikisi arasında bir fark yoktur. Şeriat erbabı içe nüfuz edemediği, kabukta kaldığı için, bu eşitliğin benzerini tefrika âleminde sağlayabilmek amacıyla, zekât vs. gibi erkâna uyup, aslı taklide çalışmaktadır.

Hakikatte tüm mallar bir yerde toplanır. Bu durum, eski pederşahi ailelere benzer. Onlarda tüm aile bireyleri, evli dahi olsalar, babanın bulunduğu evde oturur, kazançlarını getirip, babalarına verir ve tasarrufu ona bırakırlardı. Ailenin tüm malı ve mülkü babanın üzerine yapılır, baba da kendisine teslim edilen parayı istediği şekilde harcar veya dağıtırdı.

Tevhidin kuralı da bunun gibidir. Her şeyin kendinde toplandığı noktaya, ehl-i tevhit: “Allah” demektedir. O'nun aynasına da: “Peygamber” denmiştir. Ondan sonra da merkez olarak sırasıyla; mürşitler, ana-babalar, çocuklar, hısımlar, akrabalar, komşular vs. gelmekte ve genişleme, tek noktadan başlayıp, dalga dalga etrafa yayılmaktadır. Sonuçta, yine dönüp, dolaşıp tek noktada, toplanacaktır. Onun için bu hususta sen, ben veya o, aynı kapıya çıkan sözlerdir. Bunu anlatabilmek için: “Sen hem kâinatın özetisin, hem de sonsuza kadar kâinatta dağılmışsın” dendiğinde: “Sonsuzluk nedir” sorusu ortaya çıkar. Sonsuzluk, taşın düştüğü noktadan havuzun duvarına kadar olan mesafedir. O duvara kadar yayılan dalga, yine dönüp, taşın düştüğü noktada toplanacaktır. Havuz için geçerli olan bu kural deniz, hatta okyanus için de geçerlidir. Allah'ın ummanının kenarı mı var? Onun olup, olmadığını Allah bilir, ama bana göre onun da kendince koyduğu bir hududu olması gerekir. Bizim nazarımızda O'nun ummanının kenarı hududu yoktur, ama her şey O'nda mevcut olduğu için, o ummanın da kendine göre bir hududu olması gerekir ki, bunu O bilir, biz bilemeyiz. Miraçtaki: “Dur ya Muhammed” hitabı da, böyle bir hudut olduğuna işarettir. Bu hududa ulaşılması belki katriliyonlarca yıl süreceğinden Peygamber'ini yormak istememiş olabilir.

Allah bize, kendinde, kalbinde olan ve “Nokta-yı süveyda” denen ufacık bir yerden nazar kılmaktadır. Bu nokta, arş-ür rahmanın gözdesidir. Rahman arş üzerine müstevi” <20-5> olduğu için, tüm zuhurat buradan çıkar. Kalp ile Şey arasında irtibat vardır ve bütün esrar-ı ilahi buradadır. Rahman'ın sırrı da Hazret-i Şah-ı Velâyet'e verilmiştir. Kâinat için Muhammediyet bedendir, kalptir, Rahman ise Ali'dir. Muhammed olmasaydı Ali olamazdı. Bunların ne demek olduğunu da evvelki bahislerde anlatmıştık.

Tevhit nokta-yı nazarından hiç bir insana dokunmak doğru değildir. Çünkü, her dokunulan, dokunanın kendisidir ve karşısındakine dokunan kendine dokunmuş olur. İnsan ne yaparsa kendine yapar, zira görünen kendi zatıdır ve kendinden başkası yoktur. Farklı görüntü bin bir esma içinde oynamaktan dolayıdır. Herkesin bunu böyle bilip, idrak etmesi ve davranışlarını bu esasa göre ayarlaması halinde, dünyada sevgiden, kardeşlikten başka bir şey kalmaz.

Mekânda O'nsuz hiç bir yer yoktur. Böyle olduğu içindir ki: “Tevhit bir noktadan ibarettir” denmiştir.

Tevhit ahlakın düzelmesi demektir. Nefsin razıye ve merziye mertebelerine gelmesi, her iki tarafın da rızasının oluşması demektir. Razıye ile merziyenin birleştiği noktaya: “Rıza”, âşıkla, maşuğun birleştiği noktaya: “Aşk”, fail ile mef'ulün birleştiği noktaya: “Fiil”, amil ile mamulün birleştiği noktaya da: “Amel” adı verilir.

Tevhit tatlı derttir. Aslı bilinmese bile, insanlara zevk verir. Mesela: Camide toplanıp, iç yüzünü bilmedikleri halde, birlikte namaz kılan insanlar da bu yaptıklarından zevk alıp, ferahlık duyarlar. Bu zevk ve ferahlık, o cemiyete dahil olan her ferdin müşterek duygusudur. Eğer kişi, yaptıklarıyla iktifa etmez, daha fazlasını öğrenmek için işin aslını araştırmaya başlarsa, içi temiz olduğu takdirde, Allah'ın yardımıyla, sonunda doğru yolu bulur.